KALKINMANIN TEMEL MESELELERİ
İlim ve teknik
Ayrıca ve nihaî olarak şunu belirteyim ki, motiflerde, sembollerde, hayatiyet güç ve enerjisini kaybetmiş kalıplarda, mucize gücü yoktur. Türk - İslâm dünyasının utanç ve ızdırap veren perişan hali önümüzdedir. Çağın hâkim medeniyetini temsil eden mağrur ve zalim kuvvetler, eski muhteşem medeniyet yurtlarında hüküm yürütmekte ve talihsiz ülkeleri zillet içinde tutmaktadır. Bu ülkeler çocuklarının yurtlarını, varlıklarını korumak ve devam ettirmek için bulacakları çare ve yol ömrünü tamamlamış köhne kurumlarla, tozlu, küflenmiş motiflere şuursuzca sarılmak değil, hâkim medeniyetin üstünlük sebeplerine nüfuz ederek daha üstün bir hayat nizamı kurmak için çaba göstermektedir. aklın, ilmin ve tekniğin rehberliğini kabullenmektir. Gönüllerin imanla, zihinlerin ilimle aydınlanmasını istiyoruz. Cehil, vehim ve şüphe karanlığını sileceğiz.
Türk ilim hayatını tesis ödevindeyiz. Aklın ve ilmin madde plânında, mutlak hâkimiyetini tesis zorundayız. Türk akademisini kuracağız. Türk üniversitelerinde cihanşümul itibar ve imkân sağlayacak bir düşünce ve hareket devresi açacağız. Dünyayı geniş bir imtihan alanı ve büyük bir mektep olarâk kabul ediyoruz. Önalmış milletlerin kültür ve tekniklerinin kötü kopyacısı talebeler olmaktan çıkacağız. İlimde ve teknikte rehberliğe yönelecek bir seviyeye yükseleceğiz. Hal; zahmeti, yokluğu, utancı, zilleti ifade ediyor. Yakın yüzyıllar da böyledir. Zaman çarkı dönüyor. ileriye doğru dönüyor. Türklük için şan-şeref, itibar, gelecektedir, ilerdedir. Seciyesine, fıtratına uygun yeniden doğuştadır.
Batılılaşma çıkmazı
Şimdi, memleketimizin temel bir dâvasına, büyük gayretler sarf etmemize ve sayısız fedakârlıklarda bulunmamıza rağmen hâlâ halledemediğimiz bir derdimize temas edeceğim : Biliyorsunuz ki, Türkiye'miz, iki yüz yıldan beri geri kalmışlığın acısını çekmekte, kalkınma çağının özlemini duymaktadır. Bu uğurda her şeye katlanmış, hattâ târihi geleneğimize aykırı düşen bir vaziyete bile girmişizdir. Öyle ki Türk Milleti çöküntüyü önlemek uğruna, öncülüğünü yaptığı bir dünyayı bırakmakta ve yabancı bir dünyanın takipçi, hattâ taklitçisi olmakta tereddüt etmemiştir. İdarecilerimiz, siyasetçilerimiz ve münevverlerimiz kalkınmanın yegâne çaresini batılaşmakta görmüşlerdir. İki yüz yıllık bir tecrübenin sonunda elimizde kalan nedir? Neler kazandık, buna karşılık neler kaybettik? Maddi ve manevi kayıplarımızın anlatılması çok uzun sürer. Kısa özeti böyledir: Koca bir İmparatorluk elimizden çıkmış, muazzam yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz başka milletlerin hizmetine girmiştir. Daha kötüsü milli benliğîmizden uzaklaşmağa, mânevî üstünlüklerimizi yitirmeğe başlamışızdır. Peki ne kazandık? Çeşitli sebeplerle sorulmasına cesâret edilemeyen veya uyutucu cevaplarla geçiştirilen bu can alıcı soruyu biz cesâretle soruyor ve cevabını da çekinmeden veriyoruz: İki yüz yıllık bir zamanı hemen hemen boşuna harcadık ve yapabileceğimizin yüzde birini bile yapamadık. Bu konuda tek, fakat kesin bir misâlin akıl, insaf sahiplerini tatmin etmek için yeterli olduğunu sanıyoruz:
Batılılaşma hamlelerine giriştiğimiz sırada gelişmiş ülkeler seviyesine mesafemiz ne kadardı, bu güne kadardır? İlmin şaşmaz ölçülerine ve araştırmaların tespitlerine bağlı kalmak şartı ile, yukarıdaki soruya müspet bir cevap vermek maalesef mümkün değildir. Yâni gelişmiş ülkelerle aramızdaki mesafe azalacağı yerde çoğalmıştır. Sayısız fedakârlıklara, hattâ milyonlarca şehidin mübârek kanlarının bu uğurda sebil gibi akmasına rağmen, yerinde sayışımızın suçlusu kimdir? Şu kadarını söyleyelim ki, geriliğimizin günahını sadece idarecilerimizin sırtına yüklemek mümkün değildir. Asıl sebep şekillerin değişmesine rağmen kafaların değişmemesi, "Batı! Batı!" diye sayıkladığımız halde, "Batı"nın ne olduğunu anlamayışımızdır, alıştığımız kalkınma ölçülerini bırakıp yeni ölçüleri benimsemeğe özenirken, hareket noktasını yanlış seçtik, kalkınmanın hangi temeller üzerine oturması gerektiğini bilemedik.
Kalkınmanın iki ana temeli vardır. Birisi "maddi temel" diğeri "mânevi temel" dir.
Kalkınmanın maddî temeli
Kalkınmanın maddi temeli, müspet ilim zihniyetine ve teknik gelişmeye dayanır. Müspet ilim zihniyetinin mutlâka uyulması gereken icapları vardır. Bu icaplardan biri ve başlıcası, bir cemiyette istihsâl ve istihlak faaliyetlerini tam bir ahenk içinde yürütmektir. Bir milletin istihsal hayatı hangi sisteme, hangi esaslara ve hangi anlayışa dayanıyorsa, istihlâk hayatı da aynı sisteme, aynı esaslara ve aynı anlayışa dayanmalıdır. Sevgili Türkiye'mizi böyle bir açıdan seyrettiğimiz vakit, kahredici bir manzara ile karşılaşırız. Tüketimimiz Batı cemiyetlerinin ölçülerine uygun bir istikamet içinde gelişmekte, fakat üretimimiz tam bir Doğulu gibi olmakta, bulunduğu geri seviyeden asla kurtarılamamaktadır. Bir "Batılı' gibi giyiniyoruz, ama, o giyim eşyaları yapacak fabrikaları kuramıyoruz. Batının medeni saydığımız vasıflardan istifade etmeğe çalışıyoruz. Otomobillerimizin, telefonumuzun, radyomuzun, çamaşır makinemizin, buzdolabımızın ve diğer modern vasıtalarımızın olmasını istiyoruz ama üretim tekniğimizi isteklerimize göre ayarlamasını beceremiyoruz. "Medeni vasıtalar" dediğimiz şeylerin pek çoğunu yapamıyoruz; mütemadiyen başkalarından satın alıyoruz. Eğer bir millet geri kalmış bir üretim tekniğine dayandığı halde, tüketim tekniği üstün olan milletler gibi tüketime alışılırsa, sonu ne olur? İlmin bu husustaki hükmü kesindir ve açıktır. Doğulu gibi üretim ve Batılı gibi tüketim eden milletler, iktisadi bakımından dâima sömürülmeğe, başkalarının yardımına muhtaç kalmağa ve daha kötüsü, mutlâka fakirleşmeğe mahkûmdurlar. Hem geçmişteki iktidarlar, hem de günümüzün iktidarı sevgili milletimizi artan bir hızla felâkete götüren bu ana dâvayı kavrayamamışlardır. iktidar hırslarına yenilmişler, kısır oy hesapları içinde vakit harcamışlar, milletin itimadını kötüye kullanmışlardır. Biz ilk defa, dâvanın temeline inmenin, teşhisi koymanın, kalkınmanın çaresini arama ve göstermenin mutluluğunu yaşamaktayız.
Müspet ilim zihniyetinin vazgeçilmesi mümkün olmayan diğer bir icabı da şudur. Hiçbir millet, başka milletlerin yapılarına ve şartlarına göre ayarlanmış sistemleri taklit etmekle kalkınamaz. elbette ki, milletler de, insanlar gibi, birbirlerinin tecrübelerinden faydalanacaklardır. Ancak, başkalarının yaptığını aynen yaparlar ve kendilerinden hiçbir şey katmazlarsa aslâ iyi bir sonuç elde edemezler. Bir milletin nasıl kalkınacağı öz şartlarının incelenmesi, memleket imkânlarının doğru bir şekilde değerlendirilmesi, maddî ve mânevi yapısının özelliklerine uygun çarelerin araştırılması ile ortaya çıkar Yabancıların hazırladığı reçetelerden medet ummak, çok defa hastalığın artmasına, hattâ Allah korusun, ölüme sebebiyet verir. Türkiye'miz, iktisadi kalkınmayı sağlamak için, kapitalist sistemi uygulamağa çalışıyor. Kapitalizm, Avrupa medeniyetinin yapısına ve Avrupalı milletlerin şartlarına göre düşünülmüş bir sistemdir. O Avrupa ki, bize benzemeyen ölçüleri bizim ölçülerimize uymayan, değerlerimize aykırı, yabancı bir dünyadır. O Avrupa ki, içtimaî geleceği sınıf düşmanlıklarına dayanır. Türk Milletinin tarihinde "sınıf düşmanlığı" yoktur. Bütün bir milletin tek bir gaye etrafında kenetlenmesi vardır. O Avrupa ki, zenginliğinin büyük payını, başkaları insafsızca sömürmesine borçludur. Biz, sömürülmemizi kolaylaştırmak için telkin edilen bir sistemle nasıl kalkınabiliriz? işte bu yüzden, sadece fertlerimizi değil, milletimizi de fakirliğe mahkûm etmek isteyen kapitalizmi red ediyoruz.
Bilhassa son yıllarda, yine milletimize yabancı bir sistemin, görünüşte sosyalist, aslında komünist olan ikinci bir yolun tavsiye edildiğini görmekteyiz. Komünizmin Türk Milletine neler getireceğini merak etmek, "bari bir de şunu deneyelim" diyebilmek mevkiinde değiliz. Çünkü, elli yıllık bir uygulamanın sonunda, soyları, dinleri, dilleri ve kültürleri ile bizden olan 60 milyon Türk - İslâm kitlesine ne yaptığını gayet iyi biliyor, neler getirdiğini inkâr edilemez bir açıklıkla görüyoruz. Komünizm, o talihsiz soydaşlarımıza, hayvan katarlarına doldurulup vatanlarından sürülmeyi, kitle halinde imha edilmeyi, tarihini ve milliyetini unutmaya zorlanmayı, inançlarına saldırmasına katlanmayı, dilinin bozulmasına boyun eğmeyi, kültürün bozulması, zenginliklerin çalınmasını ve hürriyetsizliği getirmiştir. Nihayet, bizim için komünizm, bir "İktisat" dâvası olmaktan ziyade bir "istiklâl" dâvasıdır. Bu gerçeği unutmayacağız. Unutan gafillere dâimâ hatırlatacak, unutturmak isteyen hainlerin mutlâka kökünü kazıyacağız. Şunu da belirtelim ki, kapitalizmle komünizm, birbirlerinden farklı bir görünüşte olmalarına ve mücadele etmelerine rağmen aslında aynı hamurdan mayalanmışlar, aynı kaynaktan çıkmışlardır. Çünkü ikisi de "madde" temeline dayanır, insanların sadece midelerine hitap ederler. Biz, kapitalizm ve komünizm gibi yabancı sistemlerin dışında millî bir kalkınma yolu teklif ediyoruz. Bu yol, çalınma doktrinlerinden değil, millî yapımızın ve başkalarına benzemeyen şartlarımızın incelenmesinden doğmuştur. Buna "Üçüncü Yol" diyoruz. "Dokuz Işık Yolu" diyoruz. Ve inanıyoruz ki, hizmetinde bulunmaktan sonsuz bir şeref duyduğumuz büyük Türk Milleti teklifimizi mutlaka kabul edecek ve böylece yeniden kendine dönecektir.
Kalkınmanın manevi temeli
Kalkınmamızın mânevi temellerine de dokunmak isterim. Kalkınmanın mânevî temelleri milliyetçilik, imân ve ahlâktır. Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlâk ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyâset riyakârlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru, ile İslam ahlak ve fazileti, milletimizi meydana getiren manevi unsurların tam bir âhenk içinde birleşmesidir. Maddî kalkınmamız ancak böyle bir yüce temel üzerinde yükselirse bir mânâ taşır, bir değer kazanır. Milliyetsiz bir yükselmenin, ahlaksız bir kalkınmanın imkânı yoktur. Sırası gelmişken çok ehemmiyetli saydığım bir hususu işaret edeceğim. Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslâmiyet'i çatıştırmağa çalıştıklarını görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele farklı hattâ birbirine düşman mefkureler arasında olur. Halbuki Türklükle İslamiyet, bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misâli ayrılması imkânsız bir hâle gelmiştir. Türk Milleti, Müslüman olmakla içtimaî nizamın ve dinî hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve Müslümanlık, Türk Milleti ile, emsalsiz yiğitlik ve imân aşkına sahip bir mücâhit bulmuştur. Milyonlarca Türk evlâdı, "Bir gül bahçesine girercesine" gazâ meydanlarına koşmuş, şahâdet şerbetini içmiştir. "Türk müsün? Müslüman mısın?" gibi sorular cehâletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi takdirde haincedir. Milliyetçiliği reddeden bir dincilik anlayışı ve İslamiyet'e düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır. Bu sakat görüşleri savunanlar bize mensup olduklarım ileri sürseler bile, bizimle bir ilgileri yoktur, bizden değildirler. Millet olarak yaşama istiyorsak, Müslümanlığımızı da, Türklüğümüzü de korumak istiyorsak birbirimizi sevmek, aslında hiçbir mânâsı olmayan uydurma ayrılıklar peşinde çekişmemek, münafıkların sözüne kanmamak zorundayız. Türk Milletini, mânen ve maddeten yükseltmek, düşmanlarla çevrili bir dünyada hür ve bağımsız olarak varlığını sürdürmesini sağlamak için güçlü bir cihada dâvet ettiğimiz bir sırada şer kuvvetlerinin oyuncağı olmamalıyız. Görünüşe aldanmamalıyız. Unutmamalıyız ki, İslam Dünyasında fitne ve fesadı başlatan Abdullah İbni Sebe'nin torunları zamanımızda da yaşamakta ve bizi birbirimize düşürmeğe çalışmaktadırlar.